Bir çocuk ağlıyor, tepiniyor, yerlerde sürünüyor ve sabrımızı zorluyorsa ne diyoruz?
“Huysuzluk ediyor, bizi görünce şımarıyor, 2 yaş sendromu, 3 yaş cinneti falan filan”…
Eskilerin, günümüz ortalama ailesinden fazla adette doğurdukları çocuğu, muhtemelen bizim gösterdiğimizden daha az bir çaba ile büyütmüş olmalarının arkasında sihir mi var? Keramet? Ne peki?
Çocuk gelişimine hassas olmanın önemine ben de çok inanıyorum, kabul. Çokça okuyorum, dergi makale karıştırıyorum, eyvallah. Okuduklarımın bir kısmını uygulayabiliyor, bir kısmında sınıfta kalıyorum.
Lakin çevresel şartların hiç mi önemi yok? Çocuğun doğasına inerek gelişimine önem gösterirken, onu “doğal ortam”ın içine ne ölçüde dahil edebiliyorum?
Bence yaşanılan arızaların bir bölümü, tam da bu durumdan meydana geliyor. Beton diyorum, apartman diyorum, dört duvar arası diyorum… İnsan doğasına bu kadarı da ters değil mi? Artık arabadan dışarıya kafamı kaldırıp bakmak istemiyorum çünkü her yer beton kaplı.
Ayağımı basıp da negatif enerjimi boşaltabilecek toprak parçası bile kalmadı.
Çocuk n’apsın peki?
İçinden taşan enerjiyi dizginlemek zorunda mı? Değil ama biz onları sürekli sakin olmaya davet ediyoruz, “dur oğlum, koşma kızım, koltukların üstünden atlama” diyerek kendimizi paralıyoruz. Kendisine zarar vermesin diye, değil mi?
Yerleşik hayata “yerleştik”, modern hayatın getirdiği bir sürü zamazingoyu hayatımıza ve evlerimize doldurduk. Bahçeli ev sahibi olmak için çok para sahibi olmak gerekti ve birçoğumuzda bu imkan yoktu. Gün geçtikçe ufacık evlere, dört duvar arasına hapsolduk ve çocukları da hapsettik ister istemez…
Kendimizi parklara attık ama sabahtan akşama parkta vakit geçirmek de teorik olarak pek mümkün olmuyor… Sürekli kapalı alan içinde vakit geçiren çocuk, bazen cinnetin eşiğine gelebiliyor, anneyi de kıyısına getirerek…
Geçen hafta sonu, bu durumu doğruladım mı? Evet aynen öyle oldu..Durun anlatayım…
Cumartesi tüm günü çekirdek aile olarak evde geçirdik. O gün hava çok serin ve rüzgarlıydı, dolayısıyla oğlanı parka dahi çıkaramadık.
Aman Allah… Zaten anne – baba olarak hafta boyu çalıştığımız için, kumbarada biriktirir gibi itina ile biriktirdiği naz- niyaz birikimini; haftasonu geldiğinde kumbaradan ters çevirerek dökülen bozuk paraların şangırtısı gibi olağanca şiddetiyle döküveriyor…
Sebepli sebepsiz sürekli ağlama…Parende atarak ağlama…
Sürekli isyan durumu…
Şanslıysak evin bir köşesine, değilsek üzerimize atılan eşya ve/veya oyuncaklar…
Biz mi bir yerde hata yapıyoruz diye karaları bağlayan anne, baba ve gergin ortam…
ve Pazar sabahı…
Dedeyi de alarak çiftliğin yolunu tuttuk…Arabadan indiği andan itibaren gözlerinde okunan mutluluğu nasıl anlatsam ki…
Bahçenin bir köşesinden diğerine mutluluk dansı yapan bir çocuk…
Eline geçen meyveleri koparan, tarlasından koparılan haşlanmış mısırları afiyetle yiyen çocuk…
Dedesinin arkasından adeta zıplaya zıplaya tarlaya koşan, üstü başı toz toprak, kahverengi suratlı çocuk…
Bahçedeki salıncakta sallanan, hortumla ıslanan, ayağı doyasıya çimlere basan çocuk…
Doğru dürüst ağlamamış, zaten biz büyükleri de pek gözü görmemiş, herkese şirinlikler yapan, adeta sevgi kelebeği bir çocuk oldu mu sana ?!!
Şu Cumartesi çocuğu ile Pazar çocuğu arasındaki farka bakar mısın?
İki farklı ortam, aynı çocuk, bambaşka sonuçlar…
Çocuğa “huysuz”, “yerinde durmuyor”, “yaramaz”, “bana hiç rahat vermiyor” diye düşünmek değil de; çocuğun bu şekilde davranmasına sebep olan durumu anlamak gerekiyor galiba.
Ben de kulağıma küpeyi iliştiriverdim; özellikle bir süreliğine bizden ziyade onun keyif alabileceği alanlarda bulunmanın, hem ona hem de aile saadetimize daha büyük katkısı olacağını deneyimledim ki, geçmişteki acı tecrübemi bu yazıda anlatmıştım.
Bizim mekan; parklar, bahçeler, tarlalar, çiftlikler ya da direk çocuğa göre yerler olacak çoğunlukla…Kış gelene kadar ararsanız ya tarladayım ya bir ağaç altında… Sizi de beklerim 🙂
Siz de fikrinizi belirtin