Bir zamanlar ikizleri olan bir kadının, anneme “Seninki de çocuk büyütmek mi! Bir tane çocuk büyütmüşsün daha ne olsun.” dediğini hatırlıyorum.

Kendisi bu sözleri söylediğinde, o zamanlar bir çocuk olmama rağmen, bu sözü ne kadar tuhaf karşılamıştım.

Yıllar sonra ben de anne oldum ki bu dönem hayatımın 30. yılına tekabül ediyordu.

Bundan sonraki bir günün dahi, bundan önceki 30 seneye hiç de benzemeyeceği ilk günden aşikardı.

Adeta paralel bir evrene geçiş yapıyor, bundan sonraki hayat düzenime doğru hızla evrilmeye çalışıyordum.

Uykusuz gazlı ve kolik geceler, sürekli ağlayan bir bebek, bir uyku kırıntısına dahi muhtaç bir anne olarak,  üzerimden bir miktar(!) kamyon geçmiş gibiydi.

Gecem gündüzüme karışmıştı…artık geceden sonra mı sabah başlıyor yoksa akşamdan ikindiye mi vakit dönüyordu yoksa o dönen benim başım mıydı bilemiyordum.

Geceleyin odasındaki beşiğini ayakta sallayacak halim kalmadığında, yere bağdaş kurup ben uyuyana ya da oğlan ciyaklayana kadar sallıyordum.

Artık hacıyatmaz gibi sallanan bendim çünkü bir “anneyatmaz”dım artık.

Bin şükürlerle bin “ne zaman geçer bu uykusuz geceler, bir daha uyuyabilecek miyim”ler arasında gidip geliyordum.

Bir gün ikili kanepede kucağımda bir yastıkla uyurken, eşim uyuduğum için yastığı üzerimden yavaşta çektiğinde, “eyvah çocuk düştü” diye minik bir kıyamet kopardım. Dalga geçmeyin, kızarım, uykusuzduk işte..

Uzun ve maalesef acılı geçen ilk emzirme ayları, oldukça değişik anılar geçirmeme sebep oluyordu. Büyüdükçe daha bir keyiflenen emzirme işi, başlangıçta pek de öyle tatliş bir deneyim sayılmazdı.

Ek gıda dönemi, yaşasalardı tüm matematikçileri dahi bayıltacak “ayda kaç gram kilo aldı yavrum” hesapları, mutfakta herşeyi buharda pişirme sevdası, tuzsuz ayrı pişen yemekler, ev yapımı bisküviler, ekmekler, günümün hatırı pek de sayılır bir zamanımı mutfakta geçirmem demekti.

“Tabikisi de her öğün belewe yapacak benim oğluşum” derken ara sıra arkasından kaşıkla dahi koşturduğum tükürük yalama seanslarım vardı…

Oyun saati, aktivitesi, parkı, kitabı derken geçen günlerim hep enerjik olmak demekti, o da nasıl oluyorduysa…

Hastalandığı zaman bir ilaci içirmenin bile işkenceye dönüştüğü anları bilir misin sen Abidin?

Ya 1 yaş delirmecelerini takiben 2 yaş sendromlarını,  zaman zaman bitmek bilmeyen ağlamalarını? Dışarı çıkıp yaka paça feryat figan eve dönmeleri?

Yoo büyüyünce de geçmiyor azizim…

Her şeye rağmen, varlığının her şeye değdiğini söylememe gerek yok, öyle değil mi? Ama bu yazının konusu başka bir durumu vurgulamak..

Evet ben bu yazıyı henüz tek bir çocuğum varken kaleme alıyorum…

Henüz çok çocuklu hayata geçiş yapmadım..

Dolayısıyla tek çocuklu olmakla çok çocuklu olmak arasındaki farkları henüz kıyaslama şansım yok.

Bir gün, o arzu ettiğim gibi ikinci çocuğum olursa bu satırları dönüp yeniden okuyacağım.

Bazılarının dediği gibi “bir çocuk hiç çocuk, iki çocuk çok çocuk” söyleminin doğruluğu/ yanlışlığı tartışılır elbette…

Ve fakat heyhat, çocuksuzluktan bir çocukluya geçerek hayatı değiştirmenin ve yüzseksenderece döndürmenin ne demek olduğunu iyi biliyorum ki şükürler olsun sağlıklı bir evladım var.

Çünkü çocuksuz bir hayattan çocuklu bir hayata adım atmak, başına neler geleceği hakkında hiçbir fikrinin olmaması demektir.

İki hayat arasındaki uçurumu, dibine kadar idrak etmek demektir.

Yazımın amaçlı çok çocuklu ailelerin hayatlarını hafife aldığım anlamına da gelmemektedir asla ve kat’a…

Buna ne dersin?

Bir arkadaşım şöyle demişti “Aycan, ikinci çocuk zor ama ikinci çocuğun annesi olmak daha rahat çünkü ilkine oranla herşeye karşı çok daha hazırlıklısın.”

Neyse, ikinci çocuğu yapmadan şöyle bir ifademi de son satıra bırakayım, ikinciyi yaşabilirsek tespitlerime devam ederim artık.

Bir çocuk hiç çocuk değildir, hiç çocuk, adı üstünde çocuk yok demektir.”

Oldu o zaman, sevgiler.