Çocuk büyütme deneyiminde son yıllarda sıkça, yeni yaklaşımlarla karşılaşıyoruz. Öğretiler, uygulamalar, metotlar, teknikler ve tıbbi terimler havada uçuşuyor.

Anne-çocuk dergileri, makaleler, sosyal medya hesapları, web siteleri, seminerler… Bu öğretileri anlatan, uygulayan, destekleyen ya da karşı çıkan bilgilerle ziyadesiyle doldu.

Sağım, solum, önüm arkam sobe, uygulamayan ebe durumları…

Bazılarımız, tüm bu yaklaşımları reddederken, bir kısmımız ise birçoğunu uygulamaya çalışıyor…

Sanki uygulamazsak, bu yaklaşımları kendimize dost edinmezsek, çocuk yetiştiremezmişiz gibi…

20160919_171819-01

Şimdi şöyle ki, biz Y kuşağı nesliyiz…

İnsanları sınıflandırma ihtiyacı duyan Amerikalı amcalarımız, 1980-2000 yılları arasında doğmuş nesli Y kuşağı olarak adlandırmışlar. İşte bugünün küçük çocuk sahibi anne-babaları olan bizler, genel olarak bu kuşak içerisinde yer alıyoruz.

Ki arada kalmış bir nesilizdir kanımca…

Geleneksel yöntemleri benimseyen, kendinden önceki nesillerle paralel yöntemlerle çocuk yetiştirmiş X kuşağı ile teknolojik nesil olarak adlandırılmış, bağımsız, özgüveni yüksek, yenilikçi Z kuşağı arasında kalmış bir nesil.

Bu arada kalmışlık, çocuk yetiştirirken de çıkıyor karşımıza…

Uzman kişisi değilim elbet, bunlar kişisel görüşüm ve gözlemlerimin neticesi.

Biz geleneksel çocuk yetiştirme yöntemlerini mi yoksa yeni nesil yaklaşımları mı benimseyelim diye kafa yorarken, bazen iki yöntemi de beceremeden ortada kalıveriyoruz.

Hem biz hem de çocuk nasıl davranacağını şaşırıyor.

Tam yeni bir yöntemi uygulayalım derken, hooop diye bir yazı çıkıveriyor karşımıza… “Yapılan araştırmalar, bu yöntemin çocuklarda olumsuz etki bıraktığını, aslında filanca yöntemi uygulamanın çocuğun kişisel gelişimi açısından faydalı olduğunu……” falan filan… Bir de moda gibi, değişiyor da…

Ve Fakat…

Nasıl ki modada geçmişe dönüş akımı benimseniyor, adına da “vintage” deniyorsa,  bu meşhur yaklaşımların bazıları da kaynağını geçmişten alıyor.

Anneliğin “retro”su yani…  

Çok bilimsel bir insan olmaya gerek yok…

Bizim annelerimiz Montessori nedir bilmezdi, ancak bizlere oyalanalım diye verdikleri birçok “iş”, bugün Montessori’nin “bana bunu kendim yapabilmem için yardım et” yaklaşımının özü değildi de neydi?

Plastik içeren, bol ışıklı, mekanik sesli, pahalı oyuncaklar yerine; az uyaran içeren basit, ahşap oyuncaklar ya da bez bebeklerle oynamanın çocuk gelişimi ve yaratıcılığını desteklediğini detaylı bir şekilde anlatıyor “Daha Sade Bir Hayat” kitabı… Zaten biz de çocukken, çoğunlukla da yokluktan, bu tür oyuncaklarla oynamıyor muyduk?

Çocukları doğaya çıkarın diye bağırmaktan sesleri kısıldı uzmanların… Bizim çocukluğumuz da sokaklarda; çalı çırpı, taş toplamakla, bunlardan oyun kurmakla geçmedi mi?

Süpürge verdiler süpürdük, yufkayı verdiler sardık, “kızım gözüm görmüyor, şu iğneyi geçiriver dediler” geçirdik, mercimekleri taşlarından ayırdık.

İnce motor, kaba motor bütün kaslarımızı çalıştırdık.

E, benim annem de bir Maria’ymış…  bkz. Maria Montessori

**

Şu BLW dedikleri, Baby Led Weaning yani…

Çok havalı bir isim…

Internet’te arattığınızda, hakkında yazılmış binlerce makale,  yaklaşımını destekleyen sayısız yemek tarifleri ve kitaplar bulabilirsiniz…

Özetle, bebeğin kendi kendine yemek yemeyi öğrenebilmesini sağlamak…

Yani benim annemin “kızım ver eline salatayı, havucu yesin, hem kaşınan dişlerine de birebir”  dediği durum…

“Çocuk büyütüyorsun, döküp saçacak elbet, ver eline kaşığı, başlasın ufak ufak yemeye” nin İngilizcesi.

**

Kundaklama…

Hani yakın geçmişe kadar bir çok Y nesili annenin (ben de dahil) burun kıvırdığı sarmalanmışlık hali…

Dr.Harvey Karp’ın, bebeği sakinleştirebilmek için vücudunun alt tarafından kundaklamayı önerdiğinde işin aslını anladığımız kundak. Tamamen aynı olmasa bile eskilerin neden önerdiklerini anlamaya başladığın…

**

Bir harabiyet öyküsü tuvalet eğitimi…

“Bizim zamanımızda dokuz aylık bebeleri tuvalete tutardık”…

“Sizi bir buçuk yaşında tuvalete alıştırmış olurduk”…

Bu ve buna benzer cümleleri büyüklerinden duyan az mıdır sizce?

Günümüzde çocuklara iki ya da üç yaşında tuvalet eğitimi vermeye başladığımız zaman, ağzı açık kalıyor bazı annelerin. Çünkü onlar, bu yaşlarda tuvalet meselesini çoktan halletmişlerdi.

Peki ya “bezsiz bebek” ya da “tuvalet iletişimi” yaklaşımının desteklediği nokta ne? Temelde aynı mantık…

Bebeklerin içgüdüsel olarak, altlarının kirletmeme özelliği olduğu, ancak bez bağlanan bebeklerde bir müddet sonunda bu içgüdünün kaybolduğu söyleniyor “bezsiz bebek” kavramında. 2 sene boyunca bezlenen ve ıslaklık hissetmeyen bir bebeğin, birdenbire bezini çıkardığınız anda başlayan tuvalet eğitimi sürecinin ne kadar zor ve sancılı olduğunu da…

Henüz bebekken, lazımlık ya da tuvalete götürmenin, onun ileriki yaşlarda, çok daha az bir zahmetle tek başına tuvalet ihtiyacını giderebilmesini sağlayacağı görüşünü savunuyor.

Döndük mü başa?

Biz sizi tuvalete tutardık…

**

Peki ya Attachment Parenting? Bahsetmezsem çatlardım…

Türkçesi bir nevi “Doğal Ebeveynlik”.  Bu kavramı ortaya çıkaran Dr. William Sears ve Martha Sears’ın kabataslak olarak birtakım prensiplerden bahsettiği bir ebeveynlik tarzı denebilir…

Bazıları şu şekilde…

Bebeğinizle sürekli bağ kurun, emzirin…

Ağlaması, herhangi bir ihtiyacının karşılanmamasından ileri gelir, ihtiyacını gidermeye çalışın…

Bebek kucak ister, bol bol kucağınıza alın.

Birlikte uyuyun.

Binlerce yıllık ebeveyn yöntemleri değil mi? Amerika’yı yeniden keşfetmediğimiz aşikâr.

**

Özetle, günümüzde kimi zaman İngilizce isimlerle yeniden üretime girerek, yeni ve modern yaklaşımlar ortaya konuyormuş gibi görünse de, aslında bir tür “geçmişe dönüş” yaşanıyor annelikte de…

Annelerimizin içgüdüleri ile hareket ederek icra ettikleri annelik, bugün yeni yaklaşımlar ve prensiplerle yeniden şekilleniyor. Biz de bir nevi büyük bir hayranlıkla takip ediyor ve uygulamaya çalışıyoruz.

Bunları öğrenmenin ve bilinçlenmenin faydalarına inanıyorum.

Büyüklerin çocukları yetiştirmemiz konusunda yaptıkları tüm yöntemlerin ya da eleştirilerin doğru olduğuna da inanmıyorum.

Lakin bazen de tabiri caizse 12’den vuruyorlar azizim…

Ben de işte tam bu noktada, “eskilere kulak vermenin” önemine şöyle kallavisinden bir vurgu yapmadan da geçemiyorum.

Yani özetle…

Eski köye yeni adet gelmiyor kızlar…

Yeni “köy”e eski (!) adetler geliyor…

Bilginize…