img-20160927-wa0001

İlk altı ay süren sürekli ağlamalarını saymazsak, benim görüş açısından kaybolmamla birlikte ağlamaya başlaması Berk’in sekizinci ayına denk geliyordu.

İtiraf ediyorum, ağlamasından yorulsam dahi, bensiz kaldığı zaman ağlaması bana bir nevi özel olduğumu hissettiriyordu değişik bir şekilde.

Tabii tecrübesizlikten olsa gerek, ben içerideyken tuvalet kapılarında emekleye sürüne ağlaması o anları hiç de tatlılaştırmıyordu.

Annelik, anne kokusu, emzirme, yedi gün/ yirmi dört saati birlikte geçirmek bizi birçok anne-bebekte olduğu gibi kelimelerle kifayetsiz bağlarla bağlamıştı en doğalından.

Ta ki doğum izinlerim bitip ben işe dönene kadar…

İşe geri dönüş zamanlarımın benim için de kolay olmadığından bahsetmiştim, ancak onu çok özlememin yanı sıra bana tepki göstereceğini çok da hesap edemedim.

İlk bir ay deyim yerindeyse bana görünmez birisiymişim gibi davranıyordu.  Babası ile aynı işyerinde çalıştığımız için eve aynı anda giriyorduk ve Berk “baba geldi” diye beni adeta yok sayarak babasına doğru hamle yapıyordu.

Sarılmak için ona eğilerek kollarımı uzattığımda, ben geçirgen bir madde olamadığım için beni aşamayarak,  yanımdan sıyrılıp özlemle babasına koşuyordu.

Ben ise açıkta boşta kalmış kollarımla ne tepki vereceğimi, hatta tepki verip vermemem gerektiğini dahi bilemeden öylece bakakalıyordum.  

Babasıyla oynamak istiyordu sadece. Bir tek onunla vakit geçirmek istiyordu. Onu gördüğü zaman geri kalan herkesle ilişkisini donduruyordu.

Benimle ilgilendiği yegâne zaman,  mecbur kaldığı emzirme zamanıydı.

Bu şekilde bir ayı devirdik.

İşe başladığım için tepki gösterdiğini düşünmekten başka, aklıma gelen elde tutulur bir sebebim yoktu ve ben ziyadesiyle üzgündüm.

Bir ay sonrasında yavaş yavaş bana da sokulmaya başladı.  Bana da sarılmaya, beni de öpmeye, benimle oynama rutinlerine kaldığı yerden devam etti.

Lakin babasına olan düşkünlüğü parabolik olarak artıyordu.

Bu noktaya itirazım olmamakla birlikte, düşkünlüğü bazen bizi zor durumda bırakacak seviyelere ulaşıyordu.

Eşim çocuğunun yedirmek, giydirmek, yıkamak gibi öz bakım işlerine olduğu kadar oyun oynama, parka çıkarma gibi aktiviteleri ile çok ilgili olan bir baba olduğu için bu durumu normal karşılıyordum.

Halen de aralarındaki bağı ve eşimin ona sonsuz şekilde sunduğu sevgiyi ve ilgiyi gördükçe kıvanç duyuyorum.

Velakin, babasının dışarı çıkması ya da meşgul olduğu zamanda bile, yemeğini onun yedirmesini, onun giydirmesini, onun uyutmasını sürekli istemek nasıl bir şeydi?

Hastayken bile…

Bazen “anne sen git gelme, baba gelsin”  diyordu.

Sen yıkama, baba yıkasın…

Sen öpme, baba öpsün…

Sen parka çıkarma, baba çıkarsın…

Hani, kız çocuk babaya, erkek çocuk anneye düşkün olurdu?  

Kızların ilk aşkı babaları, erkeklerinki de anneleri değil miydi?

Her zaman değilmiş…

**

Psikolojide karşılıkları dahi mevcutmuş bu davranışların…

Psikanalizin babası olarak ifade edilen Sigmund Freud’in bir teorisiymiş kendisi. Bir nevi çocukça ilk aşk diyebilir (miy)mişiz?

Erkek çocukların anneye olan düşkünlüklerini Oedipus Kompleksi olarak tanımlamış Freud. Oedipus Kompleksinin kız çocuklarına karşılık gelen versiyonu ise Elektra Kompleksi imiş.

Özetle kız çocuklarının babaya, erkek çocuklarının anneye olan hayranlığı nedeniyle, kızların annelerini, erkeklerin ise babalarını rakip olarak görmeleri, onlardan uzaklaşmaları ve anne-babayı birbirinden uzaklaştırması…

Aslında bu dönemin çocuğun üç-altı yaş aralığına denk geldiğini okudum ancak, bizdeki durum henüz bir buçuk yaş itibariye başladı.

Ya da yavaş yavaş başlıyor, bilemiyorum, psikanalist değilim sonuçta.

**

Babası ile beni yaklaştırmıyor bile, “anne, sen öpme babamı, sen git” diyor.

Aramıza girerek, beni babasından uzaklaştırmaya çalışıyor,

ittire ittire babasının kucağında kendine yer açıyor.

Bazen babası yerine ben kucağıma alacak olursam kıyametleri koparıyor.

Ortamda babası yoksa, hiyerarşik düzende yerimi alarak ilgisine nail olabiliyorum…

Lakin baba olduğunda durum biraz farklı…

**

Sevgili Freud,

Senin teori bizde çalışmıyor.

Selametle…